NATO’NUN TÜRKİYE PARADOKSU

İkinci Dünya Savaşından sonra küresel güvenliği sağlayan en önemli uluslararası aktörlerden biri NATO’dur. Dünyanın güvenliği açısından kısa ama yoğun bir tarihi geçmişe sahiptir. NATO’nun tarihsel sürecini iki bölümde incelemek mümkündür. Birinci dönem kurulduğu 4 Nisan 1949 tarihinden Sovyetlerin dağılmasıyla iki kutuplu dünya düzeninin sona erdiği 1990 yılına kadar geçen dönem, ikinci dönem ise 1990 yılından günümüze kadar geçen dönem. Her iki dönemin kendine özgü farklı özellikleri bulunsa da bu dönemlerin NATO’nun Türkiye’ye bakış açısında ve NATO-Türkiye ilişkilerinde çok da fazla bir değişiklik yarattığı söylenemez. Ayrıca şartlar değişse de NATO içerisinde Türkiye’nin önemi hiç azalmamış, resmen üye olduğu 18 Şubat 1952 tarihinden bugüne kadar Türkiye, NATO’nun güney kanadını koruyan en güçlü savunma kalesi olmuştur.
Birinci dönem de diyebileceğimiz 1949-1990 yılları arasındaki iki kutuplu dünya düzeninde NATO, coğrafi olarak neredeyse dünyanın yarısından fazlasını kontrol edebildiği geniş bir alanda faaliyet göstermiştir. Nükleer silahlanmayı da kapsayan askeri güce dayalı realist güvenlik politikaları, bu dönemin simgesi olmuştur. Böyle bir ortamda NATO’ya üye ülkeler arasındaki ilişkilerin temel özelliği ABD liderliğinin çok yönlü kabulü ve kapitalist merkezli batı değerleri üzerinden komünist bloğa karşı oluşturulacak kolektif güvenlik sayesinde, üye ülkelerin güvenliğinin temin edilmesiydi. Ortaya çıkan silahlanma yarışı nedeniyle her geçen gün daha da artan risk ve tehdit kaygıları, NATO ittifakının komuta yapısındaki ABD merkezli mekanikliğin/iç yapışıklığın artmasına ve ABD’nin adeta bir üst otorite olarak sorgulanmadan kabul edilmesine zemin hazırladı. Bu arada NATO’nun komuta ve silah sistemleri büyük çoğunlukla ABD temelli teknolojilerle oluşturuldu. Her geçen gün ittifakın ABD’ye bağımlılığı arttı. Bağımlılık arttıkça uzay dahil yeni tehdit faktörleri nedeniyle yeni risklerin ortaya çıkması, ABD merkezli kısır döngünün devam etmesine neden oldu. Bu bağlamda Soğuk Savaş Döneminde NATO’nun Harekat Stratejileri gerektiğinde nükleer silah kullanılmasını da öngören; Topyekün Karşılık Stratejisi, Esnek Karşılık Stratejisi, Esnek Karşılık ve İleri Savunma Stratejisi şeklinde belirlendi.
NATO’nun birinci döneminde 1945 yılından itibaren Sovyetlerin sınır değişikliği ve boğazların statüsünün değiştirilmesi yönündeki baskılarına maruz kalan Türkiye, ABD ile daha yakın ilişkiler kurmaya yöneldi. Böylece Türkiye ABD tarafından Truman Doktrini ve Marshall yardımı kapsamına dahil edilerek batı eksenli bir çizgiye yönelmiş oldu. Kore Savaşı’nı müteakip Türkiye’nin NATO’ya dahil olmasıyla ülkemiz güney kanatta güçlü bir ileri karakol görevi üstlenerek ani Sovyet saldırılarına karşı merkezi Avrupa’nın ve ABD’nin derinlikten itibaren korunmasına büyük katkılar sağlamıştır. Ancak Ruslara karşı kolektif güvenlik sayesinde sübjektif riskleri göğüsleyebilen Türkiye, aynı zamanda ABD orijinli NATO sistemlerine de bağımlı hale gelmiştir. Bu durum ABD ve Avrupa’nın siyasal, hatta eko-politik diyebileceğimiz dayatmalarına karşı hassasiyet yaratmıştır. Ancak asıl sorun ülkemizde başta savunma olmak üzere milli sanayinin oluşturulması ve tarım toplumundan önce sanayi müteakiben teknoloji toplumuna geçişin zaman zaman ABD ve Batılı güçler tarafından engellenmeye çalışılması olmuştur. Önceleri savunma alanında başlayan bu bağımlılığın devlet ve toplumsal hayatın pek çok alanına yayılması, yurt içindeki kurumsal siyasal düzenin bile perde arkasından NATO uzantılarıyla dizayn edilmeye çalışılması, ülkemizdeki demokrasinin gelişimi ve toplumsal kalkınmamızın önündeki en büyük engellerden birini teşkil etmiştir. NATO üzerinden alınan yardımların ve sağlanan hibelerin daha çok tüketim eksenli kullanılmış olması da ABD ile yaşanan tek taraflı bağımlılık ilişkisini daha da güçlendirmiştir. Bunlara ilave olarak Kıbrıs konusunda ABD’nin Türkiye karşıtı tavrı da NATO ile Türkiye arasında kalıcı bir mesafenin oluşmasına neden olmuştur. Böylece Türkiye bir tarafta Rus tehdidi, diğer tarafta ise bağımlı bir ilişkiye razı olmak zorunda kaldığı NATO arasında uzun yıllar paradoksal bir süreç yaşamıştır.
NATO’nun ikinci dönemi diyebileceğimiz 1990’dan günümüze kadar geçen sürede NATO kendisine yeni tehdit alanları belirlemiş, bunları da 1991 ve 1999 yıllarındaki konseptlerine yansıtmıştır. Ayrıca Sovyetlerin dağılmasından sonra oluşan yeni şartlara göre de NATO Komuta Yapısı Müttefik Harekât Komutanlığı (ACO) ve Müttefik Dönüşüm Komutanlığı (ACT) olmak üzere iki stratejik komutanlık şeklinde yeniden düzenlemiştir. Böylece Soğuk Savaşın son yıllarında NATO 33 Komutanlık ve bu komutanlıkların karargahlarında 22.000 personel ile çalışıyorken bugün kendine bağlı yedi Komutanlık bünyesinde 6.800 personel ile görev yapmaktadır.
Sovyetlerin dağılmasından sonra NATO için en önemli tehdit önceliği Terörizmle mücadele olmuştur. 24 Nisan 1999 tarihli NATO Stratejik Konseptinde Güvenlik riskleri; “Terörizm, etnik çatışmalar, insan hakları ihlalleri, siyasi istikrarsızlıklar, ekonomik kırılganlıklar, nükleer, kimyasal, biyolojik silahlar dahil kitle imha silahları” şeklinde sıralanmıştır. Varşova Paktının ortadan kalkmasını müteakip oluşan boşluk alanları, küreselleşme, kontrolsüz kalan çok sayıda silah ve malzeme ile Sovyetler döneminde Gayri Nizami Harp uzmanı olarak çalışan pek çok kişinin terör örgütlerine taktik ve teknik destek sağlayacak şekilde danışmanlık yapmaları, terörün bir anda dünyada hızla yayılmasının önünü açmıştır. Bu dönemde ABD’de 11 Eylül saldırıları olmuş ve NATO ilk defa kendi sorumluluk alanının dışındaki bir yere, Afganistan’a, 5.madde kapsamında müdahale etmiştir. Önümüzdeki dönemde de 1999 yılı Stratejik Konseptine dayalı olarak dünyanın herhangi bir yerinde olası terör tehdidini ortadan kaldırmak için NATO’nun o bölgelere/ülkelere transnasyonel müdahalelerde bulunması teorik olarak mümkün ve son derece muhtemel görünmektedir.
NATO’nun ikinci dönemi Türkiye açısından çok önemli değişiklikler içermektedir. Ancak bu değişiklikler NATO’nun ve dolayısıyla ABD’nin Türkiye’ye bakış açılarındaki değişikliklerinden değil, Türkiye’nin kendi iç dinamiklerindeki değişikliklerin NATO ve ABD’deki Türkiye algısını değiştirecek etkiler üretmesinden kaynaklanmaktadır. 1980’li yılların ortalarından itibaren ciddi bir terörle mücadele sürecine giren Türkiye ne günümüze kadar terörle mücadele bağlamında NATO’dan nasihat dışında herhangi bir yardım alamamıştır. Daha da önemlisi her geçen gün istikrarsızlaşan Irak ve Suriye’den, hatta Ortadoğu’dan kaynaklanan; terör, göç, insani krizler gibi çok yönlü tehditler karşısında Türkiye, NATO’nun kolektif savunma kapsamı dışında bırakılmıştır. Bunun da ötesinde doğrudan Türkiye’yi hedef alan, PKK, PYD, FETÖ dahil pek çok terör örgütünün NATO üyesi ülkelerin birçoğunda yaşam alanları bulabilmeleri ise ciddi bir çelişki oluşturmaktadır. Ancak Türkiye; yerli ve milli teknoloji üretimi, uzmanlaşmanın sağlanması, yeni duruma uygun esnek yapılanmaların oluşturulması, Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemine geçiş gibi devrimsel nitelikli dönüşümler sayesinde önce yurt içinde terörü minimize edebilmiş, müteakiben Kandil-İdlib hattında belirli derinlikte çok büyük bir alanı güvenli hale getirebilmiştir. Dolayısıyla terör örgütlerinin yaşam alanlarının ortadan kaldırılması, bu terör örgütlerine verilen dış desteği de büyük oranda etkisiz kılmaktadır. Böylece Türkiye’ye karşı dizayn ve dolaylı mukabele aracı olarak yıllardır kullanılan terör aparatları, artık neredeyse efendilerinin ellerinde kullanılabilir enstrümanlar olmaktan çıkma noktasına gelmişlerdir.
Daha stratejik boyutta Türkiye’nin Kıbrıs-Libya hattında üstlendiği yeni roller ve ortaya koyduğu kapasite, kararlı politikalar sayesinde sonuç vermeye başlamış, Rusya’yla geliştirilen dengeli ilişkiler de NATO-ABD eksenine karşı Türkiye’nin elini güçlendirmiştir. Dolayısıyla bugüne kadar müttefiklik maskesi altına gizlendiği için açıkça ifade edilemeyen hasmane planları boşa çıkaran Türkiye’nin bölgede bağımsız operasyon yapabilme kabiliyetine ulaşmış olması dengeleri tersine çevirmiştir. Ve bölgede Türkiye en güçlü aktör haline gelmiştir.
Sonuç olarak 1952 yılından beri Türkiye, bağımlı olma ile kolektif güvenlik arasında NATO’yla paradoksal ilişki sürdürmek zorunda kalmıştır. Ancak artık Türkiye için NATO paradoksallığını yitirmeye başlamıştır. Bunun yerine Türkiye’yi NATO içerisinde tutmak ile Türkiye’nin kazandığı yeni rolleri kabul etmek arasında çelişki yaşayan bir NATO ortaya çıkmıştır. Böylece başlangıçtaki “Türkiye’nin NATO Paradoksu”, “NATO’nun Türkiye Paradoksu” şekline dönüşmeye başlamıştır. Yani ilişkideki denge tersine dönmüştür. Tüm bu süreçleri göz önüne alırsak bundan sonraki dönemde Türkiye-NATO ilişkilerinin hangi düzlemde ilerleyeceğini Türkiye’nin iç dinamiklerindeki gelişmelerin belirleyeceği söylenebilir.
What's Your Reaction?






