GÖÇÜN SİLAHLAŞTIRILMASI: KLASİK JEOPOLİTİK HAKİMİYET TEORİLERİ VE KARA HAKİMİYET TEORİSİNİN GÖÇ SİLAHI İLE AÇIKLANMASI

“Bir ülkenin diğerine yönelik saldırganlığı; onun sosyal yapısını zorlamaya, mali durumunu bozmaya, mültecileri barındırmak için topraklarından vazgeçmesine neden oluyorsa. . . Bu tür saldırganlık ile diğer tür, daha klasik tür, yani biri savaş ilan ettiğinde ya da buna benzer bir şey yapması ile arasındaki fark nedir?” (Hindistan Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi SAMAR SEN)
Günümüzün her yönüyle birbirine bağlı ve birbiri ile iç içe dünyasında, düzenli veya düzensiz göçmenler, kendileri ve aileleri için daha iyi yaşam, sosyal ve ekonomik statülerini iyileştirme, çatışmadan kaçma, siyasi baskı veya zulüm korkusundan uzaklaşma ve bunun gibi birçok nedenden dolayı sığınma arayışına giriyor. Küreselleşme ise uluslararası gücü istikrarlı bir şekilde yayarken ve savaş ile barış arasındaki çizgiyi bulanıklaştırırken, bölgesel nüfuzunu artırmak ve hedeflerine ulaşmak için geleneksel olmayan yollar izleyen birçok devlet ve devlet dışı aktör, insan göçünü geçerli bir silah haline getiriyor.
İnsan göçünün silahlaştırılmasına (silah olarak kullanılması) örnek vermek faydalı olur. Mariel göçü olayı (İspanyolca: éxodo del Mariel), 15 Nisan ve 31 Ekim 1980 tarihleri arasında Küba'nın Mariel Limanı'ndan Amerika Birleşik Devletleri'ne seyahat eden Kübalıların toplu göçüydü. "Marielito" (çoğul "Marielitos") terimi buradan gelir. Göç, Küba ekonomisindeki keskin bir gerileme yüzünden tetiklenirken, önceki on yıllarda Amerika Birleşik Devletleri'ne göç eden Kübalı nesillerin ardından gelmiştir. 10 bin Kübalı, Peru büyükelçiliğine sığınarak sığınma hakkı elde etmeye çalıştıktan sonra Küba hükümeti, gitmek isteyen herkesin bunu yapabileceğini duyurmuştur. Bu duyurunun ardından gelen kitlesel göç, Küba Devlet Başkanı Fidel Castro'nun anlaşmasıyla Kübalı Amerikalılar tarafından organize edilmiştir. Mültecilerin ABD'ye gelişi, o dönemki ABD Başkanı Jimmy Carter için siyasi sorunlar yaratmıştır. Bu mültecilerin çoğu Küba'daki hapishanelerden ve akıl sağlığı tesislerinden kasıtlı olarak serbest bırakılan ve Fidel Castro’nun ABD’ye baskı uygulayarak siyasi kazanımlar elde etmek için uyguladığı bir yöntemdir. Kısaca, göçmenleri silah olarak kullanmıştır.
Günümüzün operasyonel ortamı hızla değişiyor ve mevcut operasyonel ortam artık bir savaş ve barış ortamı gibi net olarak tanımlanamıyor. Aktörlerin birbirlerine karşı eylemlerini Politik Savaş, Hibrit Savaş, Asimetrik Savaş veya Yeni Nesil Savaş terimleriyle açıklayabiliyoruz. Devlet ve devlet dışı aktörler birbirlerine karşı avantaj elde etmek için yenilikçi yollar aramaya devam ediyorlar ve insanları teknolojik olmayan yollarla silahlaştırarak, oyun alanını silahlı çatışmaya girmeden eşitlemeye çalışıyorlar.
Siyasi dengesizlik, Sivil çatışma/Etnik çatışma, Ekonomik fırsat, Çevresel bozulma/Doğal afet ve Göçmen engellerinin kaldırılması/Artırılmış iletişim/ulaşım kabiliyetleri; göçün temel nedenleri olarak açıklanır. Bazı akademisyenlerin göç konusundaki yaklaşımlarını incelemek faydalı olacaktır.
Micheal Teitelbaum uluslararası göçmenleri dört türe ayırıyor: kalıcı-yasal göçmenler, geçici-yasal göçmenler, yasadışı göçmenler ve mülteciler. Bununla birlikte, göçün silaha dönüştürülebileceği yollar düşünüldüğünde, bu türler değişiklik gösterir ve “ülke içinde yerinden edilmiş kişiler, vatansız kişiler ve geri dönenler, yerinden edilmiş diğer siviller” şeklinde isimlendirilebilir. Diğer yaklaşımlarda, Teitelbaum ve Myron Weiner, hükümetlerin bir dış politika aracı olarak düzenli kitlesel göçler yarattığını öne süren ilk akademisyenlerdi. Verdikleri örnekler arasında İngilizlerin Kuzey Amerika'yı sömürgeleştirmesi, Batı Şeria'daki İsrail yerleşimleri ve Sovyetlerin, Sovyet, Afganları Durand Hattı'ndan sığınma talep etmeye zorlayarak Pakistan'ın karar alma sürecini etkilemeye çalıştıkları uygulamalar vardır.
“Birleşik Devletler, Domuzlar Körfezi işgali sırasında Fidel Castro'yu devirmeye çalışırken Kübalı göçmenleri kullanmıştı. Bunun tersine, Fidel Castro'nun Küba'dan gelen göçmen akışını serbest bırakma politikası, onlarca yılı kapsayan çok sayıda ABD dış politikası tavizinin doğmasına ve birden çok başkanlık döneminin bununla uğraşması ile sonuçlandı.”
Diğer akademisyenler, o zamandan beri Teitelbaum'un ve Weiner'in araştırmalarını genişleterek, göçü gönderen devletin kendisinin tanınmasını zorlamak, hedefledikleri devletin müdahalesini durdurmak, hedefledikleri devletin istikrarını bozmak ve/veya sömürge yoluyla nüfuzunu genişletmek için kitlesel göçler tasarlayan ulusları örnek olarak gösterirler. Kelly Greenhill -bu çalışmadan yola çıkarak- böyle bir taktiği "stratejik olarak tasarlanmış göç" olarak nitelendiriyor ve stratejik olarak tasarlanmış dört göç türü öngörüyor: mallarına el konmuşlar, ülke dışına çıkarılmışlar, askerileştirilmişler ve zorlanmışlar. Bunları açıklamak gerekirse;
Baskıcı Göç: Bir rakip, davranış değişikliklerini teşvik etmek veya hedeften tavizler elde etmek için bir dış politika aracı olarak insan göçünü kullandığında veya kullanmakla tehdit ettiğinde bu ortaya çıkar.
Malına El Konmuşların Göçü: Genellikle, meydan okuyanın hedef grubun göçünü, uygun bölge veya kaynaklar için bir araç olarak kullandığı bir dizi olaydan oluşur. Bu, etnik, politik veya ekonomik bir tehdit olarak kabul edilen bir hedef grubun tasfiyesi olabilir.
Ülke Dışına Çıkarılmışların Göçü: İktidarı sağlamlaştırmak için muhalif bir hedef grubun sınır dışı edilmesidir. Bir nüfusun yerinden edilmesi, bir düşmanı siyasi olarak istikrarsızlaştırmak için de kullanılabilir.
Ekonomik Nedenlerle Göç: Ekonomik durumdan dolayı göçenlerin veya yerinden edilmiş sivillerin girişinin veya çıkışının ekonomik kazanç için kullanılmasıdır.
5’inci Sütun Göçmenler: Uzun vadeli bir stratejiyi ifade eder. Hedef hükümetin işlemlerini baltalamak için göçmenleri hedefin topraklarına gönderir (veya zaten bir bölgede bulunan göçmenleri toplar ve onları kullanır). Bir rakip, bir ülkeye karşı fırsatçılık yaparak, yurt dışında yaşayan vatandaşlarını ve/veya sempatizanlarını kullanabilir.
Göçün Askerileştirilmesi: Düşman operasyonlarını engellemek veya karşıt askeri güçlere verilen desteği azaltmak için bir nüfusun zorla yerinden edilmesini içerir. Bu göç biçimi, göçmenlerin bir hedefin topraklarına sızmasını veya yerinden edilmiş sivillerin- çoğu zaman zorla- artan insan gücü için çalıştırılması şeklinde ortaya çıkabilir.
Propaganda/Politik Göçler: Siyasi meşruiyeti artırmak, bir rakibin siyasi nüfuzunu azaltmak veya gelecekteki eylemleri haklı çıkarmak için göçten yararlanmaktır. Genel olarak, meydan okuyanlar, bölgesel veya uluslararası olarak algılanan meşruiyetlerini geliştirmek için göçle ilgili propagandayı bilgi operasyonlarına/harekatlarına dahil ederler.
KLASİK JEOPOLİTİK HAKİMİYET TEORİLERİ
Göçün silahlaştırılması, aslında yeni bir yöntem değil. Jeopolitik hakimiyet teorilerinde, özellikle kara hakimiyet teorisinin hayata geçirilmesi için kullanılan yöntemlerden birisidir. Bu sebeple dünya hakimiyet teorilerini incelemek faydalı olacaktır.
Coğrafya üzerine geliştirilen politika bilimi olarak ele alınabilen “jeopolitik”, tarih boyunca ya dünya egemenliği için hangi coğrafi bölgelerin kontrol edilmesi gerektiğini ya da devletlerin yayılmasına gerekçe olacak coğrafi nedenler üzerine yoğunlaşmıştır. Coğrafi bölgelerin kontrol edilmesi ile dünya egemenliğinin sağlanmasını amaçlayanlar, genellikle Avrasya kıtasını kontrol etmenin yollarını aramışlardır.
Zengin doğal kaynaklara ve buna bağlı olarak güçlü ekonomik potansiyele sahip olan Orta Asya ve Hazar bölgesi ülkeleri, Avrasya’nın en zengin bölgeleri olmakla birlikte, Batının en gelişmiş bölgelerini ve Doğunun en uç noktalarını birbirine bağlayan geçiş koridoru niteliğinde olan coğrafyası ile jeopolitik açıdan büyük önem arz eder. Soğuk savaş sonrası Orta Asya’nın yeni jeopolitik rolünü belirleyen tüm yaklaşımların ve politikaların arka planında bu bölgedeki enerji ve yakıt kaynakları yatmaktadır. Ayrıca bölgenin aynı zamanda petrol ve doğal gaz taşınan bölgelerinden güney ve doğu yönlerinde boru hatlarının inşası kaçınılmaz olarak ciddi jeoekonomik ve jeostratejik sonuçlara da yol açar. Enerji kaynakları itibariyle ürettiğinden çok daha fazlasını tüketen Batının, AB’yi oluşturan ülkelerin ve ABD’nin Orta Asya ülkelerine ve bu coğrafyaya ne kadar ihtiyaç duydukları ortadadır. Enerjiyi üreten ve/veya tüketim merkezlerine ulaştıran ülkelerin jeopolitik önemliliği, gelişmiş ülkeler açısından en az kendi güvenlikleri kadar önemlidir. Kısaca enerji ile ilgili geliştirilecek yaklaşım ve stratejilerin temelinde, bu stratejik kaynağın bulunduğu, nakledildiği ve tüketildiği coğrafya büyük önem arz eder. Jeopolitik bilimi ve hakimiyet teorileri de bu bölgeler temelinde gelişmiş ve önem kazanmıştır. Enerji kaynaklarını ve bu kaynakların ulaştırma hatlarını kontrol eden güç, aynı zamanda küresel ekonomiye egemen olma ve bu yolla da dünyaya egemen olma çabaları ile jeopolitiğin yönünü belirler Jeopolitik, ülkelerin coğrafi konumu ile aynı anlama gelmez. Ülkelerin coğrafi durumu değişmezdir, ancak jeopolitik konumu değişkendir.
Kara Hakimiyet Teorisi
İlk jeopolitik teori olarak anılan bu teori İngiliz Halford J. Mackinder tarafından ortaya konmuştur. Jeopolitik bilimi ile ilgili esas görüşlerini İngiliz Kraliyet Coğrafya Cemiyetine sunduğu Tarihin Coğrafya Mihveri (The Geographical Pivot of History-1904) adlı tebliğinde açıklamıştır. Bu sunuş bazı araştırmacılar tarafından jeopolitikanın temel çalışması olarak nitelendirilmiştir. Bu tebliğ ile Mackinder daha önceki siyasi coğrafya çalışmalarından esaslar çıkararak jeopolitiğin gelecekteki bilimsel gelişimi için bir çerçeve ortaya koymuştu. Mackinder gücün ve dolayısıyla bu güce sahip devletlerin, kara ve deniz gücü(devletleri) olarak sınıflandırılabileceğini ve tarihi süreç içerisinde de kara ve deniz gücü dengelerinin değişebildiğini fakat yeni uluslararası global sistem içerisinde dünya egemenliğini kara güçlerinin sağlayacağını savunmuştur. Yine Mackinder’e göre bir devlet için coğrafya açısından en uygun yer “merkez” bölgesidir. Mackinder, kara gücünün ortaya çıktığı merkezi ise Avrasya’nın iç bölgesi olarak görmüş ve burası için ilk olarak Geographical Pivot of History (Tarihin Coğrafi Mihveri), daha sonra ise Heartland(Kalpgah) adını kullanmıştır. Mackinder’e göre bu alan “dünya adası” üzerinde dünya genelinde bir güç merkezi oluşturacak şekilde ve kendi kendine yeterli olabilecek nitelikte bir bölgedir. Mackinder, Asya, Avrupa ve Afrika’nın bir bütün olarak “dünya adası”nı ve Asya ve Avrupa’nın da yine bir bütün olarak Avrasya’yı oluşturduğunu söyleyerek Kalpgahı bu kıtanın merkezinde belirlemiştir. Heartland “dünya adası”nı kontrol etmek için anahtar bir bölgedir.
“Mackinder, teorisini zamanla geliştirerek merkez bölgesini Batıya kaydırmış ve çok bilinen tezini şu şekilde sonuçlandırmıştır: “Doğu Avrupa’ya” hakim olan, “Merkez Bölgesini” kontrol eder, “merkez bölgesine” hakim olan “dünya adasını” kontrol eder, dünya adasına hakim olan dünyayı kontrol eder.”
Doğuda Sibirya, batıda Volga, kuzeyde Buz Denizi ve güneyde Himalayalar ile sınırlanan alanı Heartland olarak kabul eden Mackinder, daha sonra bu sınırları genişleterek Rusya’nın Avrupa’daki topraklarının tamamını merkez bölge içinde mütalaa etmiştir. Mackinder’ın Heartland teorisini en çok benimseyen ülke Almanya olmuştur. Ayrıca bu jeopolitik görüş Nazizmin üstün ırk felsefesiyle de desteklenmiş ve bu anlayışlar II. Dünya Savaşı’nda uygulamaya geçirilmiştir.
Kenar Kuşak Hakimiyet Teorisi(Rimland)
Rimland bölgesi Nicholas J.Spykman’ın tanımıyla, Doğu Avrupa'dan başlayarak Türkiye’yi, İran’ı, Pakistan’ı Çin’i kapsayarak Doğru Sibirya'ya kadar uzanan ve kara gücü ile deniz gücü arasında bir nevi tampon görevi gören bölgedir.
Spykman’ın Rimland (kenar kuşak) teorisi, dünyayı eski ve yeni dünya olarak ikiye ayırmakta ve rimland bölgesi eski dünyada bulunmaktadır. Spykman, ABD’nin yeni dünya üzerinde mutlak hegemonyasına değinmektedir. Ancak eski dünyayı yeni dünyaya göre gerek nüfus gerekse doğal kaynaklar bakımından üstün görmektedir. Ona göre, eski dünyaya yani rimland'a hâkim olan güç, ABD’nin mutlak hegemon olduğu yeni dünyayı da kuşatarak dünyaya hâkim olmaktadır. Başka bir deyişle rimlandı ele geçiren Avrasya'ya hâkim olur, Avrasya'ya hâkim olan dünyaya hâkim olur. Özetle Nicholas Spykman, Mackinder’in heartland teorisini eleştirerek “Rimland” teorisini ortaya atarak jeopolitiğe katkıda bulunmuştur.
Merkez bölgesini kontrol eden iki önemli kuşak vardır:
1. İç (Kenar) Kuşak: Merkez bölgesinin çevresinde Almanya, Avusturya, Balkanlar, Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan ve Çin’i kapsayan kuşaktır.
2. Dış (Kenar) Kuşak: İngiltere, Kuzeybatı Afrika, Avustralya, ABD ve Kanada’dan oluşan kuşaktır.
Şekil 1Harita Kaynağı: Kara Hakimiyet Teorisi (ÖZEY Ramazan, Mackinder’in Heartland Teorisi’nin Düşündürdükleri, Marmara Coğrafyası Dergisi, Ocak 2017 Sayı:35 Syf:95-100)
Şekil 2Halford J.Mackinder’in Jeopolitik Modeli (Harita Kaynağı: İşcan, İsmail Hakkı, “Uluslararası İlişkilerde Klasik Jeopolitik Teoriler ve Çağdaş Yansımaları”, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt 1, Sayı 2 (Yaz 2004), s. 47-79.)
Deniz Hâkimiyet Teorisi
Amerikalı Amiral Alfred Thayer Mahan (1840- 1914) tarafından geliştirilmiştir. Ona göre, bir devletin gücü, kıyılarının uzunluğu ve limanlarının özelliği ile ölçülebilir. Yani denize egemenliğinin, dünya hakimiyetindeki en önemli unsur olduğunu savunur. Mahan, ulusal yayılmanın denizlere yönelmesi gerektiğini, deniz egemenliğinin ABD’yi dünya egemenliğine götüreceğini söylemiştir. Mahan, kitabının “Elements of Sea Power” (Deniz Gücünün Unsurları) adlı bölümünde bir ülkenin deniz gücü için şu altı faktörün etkili olduğunu belirtmiştir: Bir devletin denize olan coğrafi konumu, ülkenin fiziki yapısı yani ülkenin doğal kıyı şeridinin yapısı, coğrafi alanın fiziki ve beşerî coğrafyaya etkisi, nüfus gücü, toplum yapısı ve ülkelerin yönetim yapısı.
Mahan’ın “Güç denizlere egemen olmakla kazanılır” politikasına ilişkin eserleri ABD, İngiltere, Japonya ve özellikle Almanya’da büyük ilgi görmüştür. Bu nedenle II. Wilhelm zamanında Almanya, dünyada büyük güç olabilmenin yollarını denizlerde aramaya yönelmiştir.
“Mahan, dünya hâkimiyetinde Rusya kara gücü ile İngiliz deniz gücü arasındaki mücadelenin devam ettiğini belirterek bu çatışma ve mücadelenin Asya’nın 30 ve 40. paralelleri arasında (Mançurya’dan Türkiye’ye kadar olan bölge) kalan mücadele bölgesine hâkim olma amacına yönelik olduğunu iddia etmiştir.”
Eserlerinde ülkelerin uluslararası ilişkilerinde ticaretin büyük öneme sahip olduğunu belirten Mahan, dünya üzerindeki savaşların dünya ticaretinde mümkün olduğu kadar çok avantaja sahip olmak için yapıldığı iddiasında bulunmuştur. XVII, XVIII ve XIX. yüzyıllar üzerine yaptığı incelemeler sonunda Mahan’da, dünya üzerindeki tarihsel uğraşların genellikle denizlerin kontrolü için yapılan sürekli bir mücadele olduğu kanısı oluşmuştur. Bu kanıyla “Dünya egemenliğinin anahtarı deniz yollarının kontrolündedir.’’ tezini ortaya atmış ve savunmuştur.
Hava Hâkimiyet Teorisi
II. Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilen teorinin temellerini Albay Harry A. Sachaklian atmıştır. Teori, hava gücünün kara ve deniz gücünden üstün, onları kuşatan, ayrıca bu iki gücün etkisinde olduğu kadar onları etkisi altına alan bir güç olduğu esasına dayanır. Teorinin temel felsefesini ‘‘Havaya hükmeden bir millet, tüm dünyaya hükmeder. Bu sebeple havacılıkta üstün olmak gerekir.’’ düşüncesi oluşturur
II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan Vietnam Savaşı, Panama ve İran krizleri, Körfez Savaşı ve ABD’nin Irak’a müdahalesi gibi bölgesel kriz ve savaşlar, dünya politikası ve stratejisi içinde üstünlük kurma ve bu üstünlüğü sürdürme konusunda hava gücünün önemini ortaya koymuştur. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ve hava gücüne dayanan bu yeni egemenlik kavramı hızla gelişmeye başlamıştır. Deniz gücünün kara gücüne direkt etkisi sınırlıdır, bu sınırlılık hava gücünün kullanımıyla aşılır hâle gelmiştir. Hava gücü, deniz gücünün dayandığı hareket kolaylığından daha fazla bir serbestliğe ve onun ulaşamayacağı noktalara erişme gibi üstünlüklere sahiptir. Hava araçları, devletlerin doğal güvenlik alanları kabul edilen çöl, dağ, deniz gibi engelleri kolayca aşabilmektedir.
“Hava gücünün üstünlüğüne dayalı görüşün en güçlü savunucuları ABD ve İngiltere’dir. ABD ve İngiltere, tüm Orta Doğu’yu kontrol altında tutmak amacıyla Akdeniz’de ve Hint Okyanusu’nda hava üslerine sahiptir. Bu üslerde sürekli hareket hâlinde bulunan uçak gemileri bulunmaktadır.”
II. Dünya Savaşı sonrası araç teknolojisinin (havacılık, balistik ve uzay teknolojisi) hızla gelişmesi ile ortaya çıkan yeni savaş sistemlerinin (nükleer, termonükleer, lazer silah teknolojisi) kurulması, jeostrateji alanında gelişmelerin olmasını sağlamıştır. Bu gelişmeler hava hâkimiyeti ile beraber uzay hâkimiyeti kavramını doğurmuştur. Uzayın gözlem, haberleşme ve istihbarat sistemlerinin yanında antibalistik sistemlerin yerleştirilme- sine yönelik olarak da kullanılması ABD ile SSCB arasında ciddi bir rekabet alanı oluşturmuştur. ABD ile giriştiği bu silahlanma yarışı SSCB’nin çöküşünde önemli bir etken olmuştur.
Şekil 3 Hava Hakimiyet Teorisi (https://images.app.goo.gl/Zi7ae7onaFDyL2SD7)
Uzay Hakimiyet Teorisi
21’inci yüzyılda “hakimiyetin” anahtarının başlı başına uzayda olacağını dile getirerek, sanayi çağında ortaya konan jeopolitik teorilerin hava ve uzay güçleri tarafından geçersiz kılınacağını ve kara hakimiyet teorisinin ciddiye alınmaması gerektiğini belirtmiştir. George W.Bush tarafından desteklenmiştir. NASA’nın hava hakimiyet teorisini geliştirerek dile getirdiği bir teoridir.
Uzayın Dünya’yı 80 bin km.lik bir yüksekliğe kadar sardığı, uzayda Ay ve Dünya’nın yer çekimlerinin eşit olduğu noktaların bulunduğu, bunların ayın denge noktaları olarak isimlendirildiği “uzay hakimiyet teorisi” ortaya konmuştur.
“Uzay Hakimiyet Teorisine göre Ay’a hakim olan, Dünya’yı çevreleyen uzayı kontrol eder. Yerküreyi saran uzayı kontrol eden, Dünya gezegenine hakim olur. Denge noktalarını kontrol eden, Dünya ve Ay sistemine hakim olur.”
Denge noktalarına konacak uzay istasyonları fazla enerjiye ihtiyaç duymadan orada kalabilecekler, her türlü araştırma ve geliştirmeyi yapabileceklerdir. İletişim uyduları ile istihbaratın kolaylıkla sağlanması ve dünyadaki olaylara kolaylıkla müdahale edilmesi bunlara birer örnek teşkil etmektedir. Washington Post gazetesinde, 2020'ye kadar Ay'da bir üs kurulması ve daha sonra da buradan Mars'a insan gönderilmesinin hedeflendiği haberlerine yer vermiştir. Bu çalışma 2025 yılına ertelenmiştir.
Yukarıda sayılan klasik teorilerin dışında yeni jeopolitik teoriler de ortaya çıkmıştır. Temelinde klasik hakimiyet teorilerinin gelişmiş veya güncellenmiş varyasyonları da denebilecek bu teoriler, değişen dünya dengelerine ve taleplere göre arz olunmuş ve ortaya çıkmıştır.
Tarihin Sonu Teorisi (Francis Fukuyama): SSCB’nin çöküşü ve Berlin Duvarı’nın yıkılışı sonrasında, Dünya tek kutuplu bir sisteme dönüşmüştür. Söz konusu sistem, serbest piyasa mekanizmasına dayalı liberal, kapitalist Batı demokrasisidir. İnsanoğlu tarih boyunca aradığı bu ideal sistemi, Batı demokrasisinde bulmuştur. Bütün alternatif değer sistemleri ve medeniyet yapıları, tarihin bu son döneminde ortaya çıkan Batı demokrasisinin ve medeniyetinin değer yargılarına teslim olmuştur. İnsanoğlu, aradığı en ideal sistemi artık bulduğuna göre, tarih sona ermiştir.
Medeniyetler Çatışması Teorisi (Samuel Hungtington): Yeni dünyada mücadelenin esas kaynağı öncelikle ideolojik ve ekonomik olmayacaktır. İnsanlık arasındaki büyük bölünmeler ve hakim mücadele kaynağı kültürel olacaktır. Medeniyetlerin Çatışması global politikaya hakim olacak. Medeniyetler arasındaki fay hatları geleceğin savaş hatlarını teşkil edecektir.
Medeniyetlerin Bütünleşmesi Teorisi (Barry Buzan ve Gerald Segal ): Gelecekte medeniyetler çatışması olmayacak. Batı medeniyeti, medeniyetlerin birbirleriyle çatışması yerine birbirlerinin karışmasını sağlayacak. Çünkü Batı medeniyeti alternatifsiz olarak dünyaya hakim olacak.
Büyük Satranç Tahtası Teorisi (Zbigniev Brzezinski): Mevcut küresel koşullarda, en az beş jeostratejik oyuncu ile beş jeopolitik mihver belirlenebilir. Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve Hindistan büyük ve etkin oyunculardır. Ukrayna, Azerbaycan, Güney Kore, Türkiye ve İran kritik olarak önemli jeopolitik mihver rolünü üstlenirler. “Amerika şimdi Avrasya’nın hakemidir, hiçbir büyük Avrasya sorunu Amerika’nın katılımı olmaksızın ya da Amerikan çıkarlarının tersine çözülemez.”
Eksen Ülkeler Hakimiyet Teorisi (Robert Chase, Emil Hill, Paul Kennedy): Dünya üzerinde bulunan şu 9 ülke (Endonezya, Hindistan, Pakistan, Türkiye, Mısır, Güney Afrika, Brezilya, Cezayir ve Meksika) eksen ülkedir. “ABD; dünya üzerindeki bölgesel güç oluşturabilecek eksen ülkelere karşı strateji geliştirmelidir.”
Yeni Avrasyacılık Teorisi (Alexander Dugin): Neo-Avrasyacılık görüşü, esasta Rus İmparatorluğunun oluşumu için bir araç olarak görülmektedir. Atlantik kültürü aleyhtarlığıyla, özellikle Türkiye, Azerbaycan, Gürcistan gibi ülkelerde yandaş bulma ve Avrasya birliği uğrunda devrim yapabilecek üst seviyeli yönetici taraftarlar edinmeye çalışmaktadır. Ona göre, bu ülkelerin yöneticileri Atlantik taraftarı olmakla birlikte, özellikle Türkiye gibi ülkelerde halktaki şiddetli ABD antipatisi, harekete geçirilmelidir. Dugin’e göre Avrasyacılık politikası dâhilinde Türkiye’ye biçilen rol Atlantik çizgisinden çıkıp Avrasya çizgisine yani Moskova’nın emrine girmesidir.
Merkezi Türk Hakimiyet Teorisi: Merkezi Hakimiyet Teorisi adı da verilen bu görüşe göre; Anadolu Yarımadası Heartland, burayı çevreleyen Balkan yarımadası, Kafkaslar, İran, Arabistan ve Kuzeydoğu Afrika; dünya kalesini çevreleyen iç çemberi oluşturmaktadır. Bunun dışındaki kara parçaları ise dış çemberi ya da dünya adasını oluşturmaktadır. Bu görüşe göre; Dünya Kalesi’ni (Anadolu’yu) elinde bulunduran millet, iç çembere hükmeder. İç çembere hükmeden bir millet ise dış çembere yani dünyaya hakim olur. Bu teori, aslında tarih boyunca üç kez ispatlanmıştır.
Batıya açılan kapısı İstanbul ile birlikte Anadolu; M.Ö. 2. yüzyılın ortalarından M.S. 395'e kadar Roma, 395-1453 arası Doğu Roma ve 1453-1923 devresinde de Osmanlı İmparatorluklarının hakimiyetlerinde temel çekirdeği oluşturmuş ve kale görevini görmüştür. Söz konusu bu kale, 1923'ten günümüze kadar da Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yer almaktadır. Georgios Trapezuntios, Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u fethettiğinde, ”Roma İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopolis’tir... Dolayısıyla, siz Romalıların meşru imparatorusunuz... Kim ki Romalıların İmparatorudur, o aynı zamanda bütün dünyanın imparatorudur” demiştir.
KARA HAKİMİYET TEORİSİNİN GÖÇ SİLAHI İLE AÇIKLANMASI:
Kara Hakimyet Teorisinde, asıl gücün merkezden geldiğini ve dışa doğru yayıldığını görüyoruz. Bu merkezde güçlü olanın sadece coğrafi konum, ekonomi ve silah gücü ile güçlü olması yeterli olmayacaktır. Makalenin ilk bölümünde açıklanan, “göçün silahlaştırılması” hususunun, nüfus gücünün etkisinin yavaşça etki eden bir kitle imha silahı gibi kıymetlendirilebileceğini söylemek yanlış olmaz. Göç eden büyük bir kitlenin, bir ülkeye politikasını kabul ettirmek, taviz koparmak, onu zayıflatmak, parçalamak, demografisini değiştirerek karar alıcı mekanizmaları etkilemek ve bunun gibi mevcudun gücünü kullanan bir silah olduğu açık. Bunu doğru kullanan rakip ülke, hedeflediği ülkeye karşı merkezinden dışa doğru yayılan bir teoriyi benimser ve bu sayede hedeflediği ülkedeki kaynakları lehine çevirebilir. Özetle Kara Hakimiyet Teorisinin temel unsurlarını kendi lehine kullanabilir. İsrail’in, Filistin Devleti topraklarına nüfus yoğunluğu oluşturarak, bu teorinin tüm unsurlarını yerine getirdiği bir gerçek. Küba devletinin, ABD’ye karşı nüfus kaydırması da bu teori ile açıklanabilen bir yöntem. ABD’nin Irak kentlerinde Türkmen nüfusu yerleşimlerinden ederek, başka nüfusu yerleştirme uygulamaları, Rusya’nın Afganistan’da yaptığı nüfus azaltma ve istediği nüfusu çoğaltma çabaları, Suriye’nin muhalifleri göçe zorlayarak istediği nüfusu boşalan alanlara yerleştirme uygulamaları, Çin’in Uygur Türklerine yaptıkları ve demografik durumu değiştirme eylemleri, İŞİD’in silah zoru ile kitleleri yerlerinden ederek kendi ideolojisindeki nüfusu bu yerlere yerleştirmesi. Bunların hepsi “göçü silahlaştırarak” Kara Hakimiyet Teorisini uygulamaya çalışan devlet ve devlet dışı aktörlerin uygulamalarıdır.
Michael S. Teitelbaum, “Immigration, Refugees, and Foreign Policy,” International Organization 38,
no. 3 (1984): 429–450.
Myron Weiner, “Bad Neighbors, Bad Neighborhoods,” International Security 21, no. 1 (1996): 11;
“Security, Stability, and International Migration,” International Security 17, no. 3 (1992): 92.
Teitelbaum, “Immigration, Refugees, and Foreign Policy,” 437–438.
Weiner, “Security, Stability, and International Migration,” 101.
Dominguez, “Immigration and U.S. Foreign Policy,” 150–166.
Kelly Greenhill, “Strategic Engineered Migration as a Weapon of War,” Civil Wars 10, no. 1
(2008): 8.
Greenhill, “Strategic Engineered Migration as a Weapon of War,” 8.
İşcan, İsmail Hakkı, “Uluslararası İlişkilerde Klasik Jeopolitik Teoriler ve Çağdaş Yansımaları”, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt 1, Sayı 2 (Yaz 2004), s. 47-79.
İşcan, İsmail Hakkı, “Uluslararası İlişkilerde Klasik Jeopolitik Teoriler ve Çağdaş Yansımaları”, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt 1, Sayı 2 (Yaz 2004), s. 47-79.
"The Geographical Pivot of History," Geographical Journal, Cilt 23,1904, s. 421-437
Mackinder, Democratic Ideals and Reality, s. 262
Mütercimler, 21. Yüzyıl ve Türkiye, s. 99.
Uluslararası İlişkiler Teorileri. Aktüel Yayınları. 17 Ocak 2021. s. 678, 179 ve 180.
Alfred Thayer Mahan, The Influence of Sea Power upon History, 1660-1783, Boston, Little-Brown,
1890, s. 28-81.
İşcan, İsmail Hakkı, “Uluslararası İlişkilerde Klasik Jeopolitik Teoriler ve Çağdaş Yansımaları”, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt 1, Sayı 2 (Yaz 2004), s. 47-79.)
Ramazan Özey, Jeopolitik ve Jeostratejik Açıdan Türkiye, İstanbul, Marifet Yay., 1998, s. 47.
Mütercimler, 21. Yüzyıl ve Türkiye, s. 101
Öğretim Görevlisi, Hukuk Fakültesi, Çağ Üniversitesi, Mersin. Email: velikoroglu@cag.edu.tr, Sosyal Bilimler Dergisi, 1(1), Aralık 2004
What's Your Reaction?






